ANNE
- ASLI KAHVECİ
- 14 Mar 2021
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Ara 2022
Sonbahar yağmuru serinliği de beraber getirmişti. Nemli toprak kokusunu seviyordu ama içindeki titreme hayattan zevk almasına engeldi. Yaklaşık on beş gündür halsizlikle başlayan bir hastalığın pençesindeydi. İştahtan kesilmişti, daha da kötüsü her şeyin kokusu çok kötü geliyordu burnuna. Bir şey yiyecek durumda olmasa da iki oğlu için bu kokuya katlanıyor ve sofrayı hep hazır tutuyordu. Hasta olduğunu hissettirmemeye çalışıyordu, çocuklarının tek varlığı kendisiydi ama bu direnç çok uzun sürmeyebilirdi. Biraz daha zaman istiyordu, çocuklarını hayata hazırlayabileceği biraz daha zaman. Bir yıl bile çok önemliydi şu anda zira bir çocuğun annesiyle yaşayacağı anılar biriktirmek hakkıydı. O annesiz büyümüştü. Aç kalmanın, yağmurlu gecelerde gök gürültüsünden korktuğunda sığınacak bir anne kucağı bulamamanın ne demek olduğunu iyi biliyordu. Çocuklar ondan önce uyanmıştı. Öyle mutlu uyanıyorlar ve öyle güzel oynuyorlardı ki bir süre onları izledi gülümsemesine engel olmadan. Annelerinin uyandığını fark eden çocuklar koşarak atladılar boynuna. Bu sarılmanın bu kokuyu almanın hazzı nerede olabilirdi başka.
Biraz olsun iyi hissettiği nadir günlerden birindeydi. Çocuklarını tek başına büyüten her anne gibi zorluklarla karşı karşıyaydı ama hayat ona biraz daha hoyrat davranmıştı ve çocukları için dilenmeye, eğer yardımsever birini bulamazsa da çöpten yiyecek toplamaya mecburdu. Fakirlik kader olabilirdi ama bu temiz olmalarına engel değildi. Çocuklarının sabah banyosunu yaptırdıktan sonra karınlarını doyurabilecekleri bir şeyler aramaya başlayacaktı. Önce küçük olanı aldı, ezbere bildiği bu minik vücut sanki kendi kopyasıydı. “Hık demiş burnumdan düşmüşsün yumurcak” dedi gülerek. Adını Mavi koymuştu çünkü en sevdiği renkle en sevdiği varlığı çağırmak istemişti. Mavi olan her şeyi seviyordu. Mavi gökyüzünü izlemekten aldığı zevk, denizin kokusunu hissettiğinde hissettiği mutluluk bu yüzdendi. Şimdi Mavi ona maviş maviş bakıyordu mis kokusu ve pırıl pırıl gülümsemesiyle. Sonra büyük oğlanı yıkadı, bir yaş vardı aralarında ve umudu bu çocuktaydı. Kardeşine o sahip çıkacaktı. Doğduğunda sağlıklı ve mutlu bir bebekti ama belki yetersiz beslenme belki de yaşadıkları şartlar sonucu bir gözü iltihap dolmuştu bir gün. Doktora götürmek için ne imkan ne de para vardı. Geçer diye ümit etti, çocuğunun ağrısına derman olamamanın acısına sadece ümidini ve anne şefkatini merhem edebiliyordu. O gözü bir daha hiç göremedi belki ama anne oğul daha bir bağlandılar birbirlerine. Adı Deniz’di. Kokusuyla ve varlığıyla annesine güç veren Deniz.
İki çocuğunu da yıkadıktan sonra sıkı sıkı onu evde beklemeleri gerektiğini tembihleyip sabah mesaisine koyuldu. Mahallede onu tanıyorlardı artık. Kimseye zararı dokunmayan birine sadece iyi yürekliler yardım eder. Onun yeteneği de bu sezgisiydi. Karşısındaki insanın bakışlarından anlayabiliyordu nasıl biri olduğunu. Tanışmana, yolculuk etmene, birlikte yemek yemene, alış veriş yapmana gerek kalmadan birini tanıyabilmek… Kim istemezdi ki böyle bir yeteneği. İşte bu yetenekti onu hayatta tutan, bu güç şartlara rağmen. Mahalledeki iki fırından birine gitti. İlk tercihi burası oluyordu genelde çünkü Hüseyin Amca daha iyi yürekliydi diğer fırıncıya göre. Hüseyin Amca onun geldiğini görünce ekmeği hazırlar, müşterilerini yolladıktan sonra da incitmeden, ruhunu ve gururunu okşayıp verirdi ekmeği. Güzel kızım, senin aldığın bir ekmekten ne olacak, senin geldiğin gün işlerimin bereketi artıyor derdi. Hüseyin Amcayı aradı gözleri, yoktu. Tezgahta başka biri vardı. Belki gelir ümidiyle biraz bekledi kapı önünde ama gelen giden yoktu. Tezgahtarın ona bakışından hoşlanmamıştı. Tezgahtar da onun varlığından hoşlanmamış olacak ki ‘git buradan’ diye bağırdı gözlerini gözlerine dikip. Hüseyin Amca nerde diyecek oldu ama tezgahtarın ayağa fırlamasıyla lafı yarım kaldı ve geri geri tökezleyerek uzaklaştı oradan. Mecbur diğer fırıncıda şansını deneyecekti. Kalbi kırılmıştı ama Hüseyin Amca’nın neden dükkanda olmadığını düşünmekten kendini alamıyordu. Bunca zamandır her sabah dükkanda olurdu, hasta mıydı acaba? Evini bilse giderdi ama bilmiyordu ki. Yiyecek bir şeyler verir ümidiyle diğer fırına gitti. Burası daha büyük bir yerdi, vitrinde çeşit çeşit ekmekler, pastalar ve adını bile bilmediği şeyler vardı. Hepsi de çok lezzetli görünüyordu. Kapı aralıktı ve içeride bir kadın alış veriş yapıyordu. Aralıktan bir adım attı ama kadının gitmesini beklemek daha doğru geldi. Elinde iki poşetle çıkan kadına bakmamaya çalıştı ama engel olamadı kendine. Evine bu kadar yiyecek götürmek nasıl bir duyguydu acaba. O iki poşeti ona verseler nasıl mutlu olurdu. Çocukların sevincini düşündü bir an, bir iç çekip içeriye doğru yönelmişti ki karşısında öfkeden deliye dönmüş adamı gördü. “Kaç kere söyledim sana bu dükkanın yakınına bile yaklaşma diye”. Elinde sopayla bağıra çağıra, küfürler ede ede geliyordu. Dehşete kapılmıştı, kaçmak bile gelmedi o an aklına. Kalakaldı olduğu yerde. Bu nefretin bu öfkenin nedenini anlayamıyordu, bunlara sebep olacak ne yapmıştı ki. Bir şey yapmamış olsa da nasibini birkaç sopa darbesiyle aldı. Zaten hasta olan bedeni kat kat hissettiriyordu bu darbeleri.
İki büklüm halde çıktı mahalleden. Gözlerindeki yaşlar istemsiz akıyordu. Birilerine muhtaç olmanın lanet olası çaresizliğini dibine kadar yaşıyordu. Nasıl bu hale gelmişti, kendi emeği ile yemeğini kazanamayacak duruma nasıl gelmişti. Nasıl olmuşta bu vicdansızlara muhtaç hale gelmişti. Ah o iki çocuğu olmasa bir dakika bile katlanmazdı bu hayata. Birkaç çöp kutusuna baktı, boştu. Çöp arabası erken gelmiş olmalıydı, ya da o artık erken kalkamıyordu. Ağrıları gece uyutmamıştı, sabah saatlerinde de çok halsiz oluyordu. Bir dahaki sefere daha erken kalkmalıydı. Belli olmuyordu işte hayatın önüne ne çıkaracağı. Birkaç saattir dolaşıyordu ama bir şey bulamamıştı. Henüz alınmamış birkaç çöp poşeti görmüştü ama yayılan koku öyle berbattı ki yanına bile yaklaşamadı. Hastalıktan önce bu kadar etkilenmiyordu bu durumdan ama şimdi dayanamıyordu. Birkaç kere açlık ağır basmış ve poşetlere bakmaya çalışmıştı ama dakikalarca öğürerek almıştı karşılığını. Midesinde bir şey olmayınca kusamıyor, kusamadıkça daha fazla öğürüyordu. Çiseleyen yağmurla döndü evine. Çocuklar uyuyordu, uyandırmamaya çalışarak parmak ucunda gitti yatağına ama uyanmışlardı yine de. Beklenti dolu bakışlarla baktılar annelerine ama bir şey getirememişti. Mavi ağlamaya başladı. Böyle durumlara daha alışkın olan Deniz, Mavi’yi teselli etmeye çalışsa da onun da açlıktan pek dermanı olmadığı belliydi. Çaresiz tekrar çıktı sokağa, bu kez ne olursa olsun bir parça yiyecekle evine dönmeye kararlı.
Yağmur şiddetini artırmıştı ama aldırmadı. Yükselen ateşine, titreyen vücuduna aldırmadı. Anneydi o. Çocukları açlıktan ağlarken ne kendisini düşünecekti ne de başkasını. Ne olursa olsun o çocuklar doyacaktı. Genelde uğramadığı restoran ve kafelerin olduğu sokağa girdi. Burada lüks giyimli kadın ve erkekler, lüks arabalar olurdu. Burada kendisini kötü hissediyordu ve mümkün olduğunca gelmemeye çalışıyordu. Ona ‘iğrenç bir yaratık’ görmüşçesine bakıp uzaklaşmalarına dayanamıyordu. Bu gün dayanacaktı ama. Dışarıda sundurmanın altına kurulmuş masalarda sadece sigara içenler oturuyordu. Hava soğuktu ve insanlar içeriyi tıklım tıklım doldurmuşlardı. Masalardan birine yaklaştı, bu bakışları sevmişti çünkü. Bu adam halini anlardı, bir şeyler satın alabilirdi onun için. “çocuklarım” dedi, “çok açlar” sonra beklentiyle baktı karşı tarafın tavrına. “Uzaklaş” dedi adam. Adama bir kez daha baktı yalvaran gözlerle ama adamın bakışları karşısında oturan kadındaydı ve kadın onun burada olmasını istemiyordu. Mecburen uzaklaştı oradan da. Çevresine bakınarak ilerlerken bir marketten çıkan kadın onu gördü. Kadın yaptığı alışverişin torbalarını arabasına yerleştirirken bile ona bakıyordu. Biraz yaklaştı kadına doğru ama çekiniyordu. Artık gururunun kırılmasından değil çocuklarına bir daha eli boş gitmekten çekiniyordu. Bu kadının ona bir şeyler vermesi ihtimaldi ve bu ihtimal onun yanına gittiğinde sona erebilirdi. Ümit etmek istedi biraz, ümidin vereceği yaşam enerjisine ihtiyacı vardı çünkü. Kaldırımda öylece bekledi. Kadın işi bittiğinde bagaj kapağını kapadı ve arabayı yeniden kilitledi. Gitmemişti, el işareti ile onu yanına çağırıp ne istediğini sordu. “Çocuklarım çok aç” diyebildi sadece. Kadın şefkatle omzuna dokundu ve “burada bekle biraz” dedi. Tekrar markete girdi, çıktığında elinde sosis ve ekmek olan bir torba vardı. Allah’ım, bu kadın sosis mi almıştı bir de. Mavi çok sevinecekti buna işte. Öyle mutlu olmuştu ki nasıl teşekkür edeceğini bilemedi. Gözlerindeki sevinç gözyaşları her şeyi anlatıyordu. Kadın arabasına binip uzaklaştığında bile arkasından bakmaya devam etti. Poşeti alıp koşar adım evine yöneldi. Hastalığı bile hafiflemişti sevincinden. Bu dünya her şeye rağmen yaşanabilirdi işte. İyi insanlar, merhametli insanlar, paylaşmayı seven insanlar oldukça da bu inanç yaşamaya devam edecekti. Yine ağlıyordu ama bu kez mutluluktan ağlıyordu. Mutlu etmek bu kadar kolaydı aslında. Üzmekten, kırmaktan, incitmekten çok daha kolay. Acı bir fren sesiyle olduğu yerde kalakaldı. Üstünden geçen arabanın kırdığı kemikleri acı eşiğini çoktan geçmiş ve septik şoka girmişti. Nefes alamıyordu ve dünya git gide bulanıklaşmaya başladı. Çevresinde insanlar toplandı, seslerini duyuyordu ama konuşamıyordu. Konuşabilse “çocuklarım aç, bu poşeti onlara götürün” diyecekti. Diyemedi. Yağmurla ıslanmış asfalt yolun ortasında mavi gökyüzüne bir kez daha bakıp veda etti hayata. Biraz sonra belediyenin hayvan toplama merkezinden yüzlerinde maske ve ellerinde eldiven olan iki görevli geldiler ve bacaklarından tutup mavi bir kamyonete attılar. O gün insan eliyle hayattan koparılan köpeklerin olduğu bu kamyonette son yolculuğuna çıktı anne köpek.
ASLI KAHVECİ
Comments